Gulseda Hak Yolunun Yolcusu
Gulseda Hak Yolunun Yolcusu Sitesine Hoşgeldiniz.
Lütfen Üye Değilseniz Üye Olun.
Üye İseniz Giriş Yaparak Devam Ediniz.
Gulseda Hak Yolunun Yolcusu
Gulseda Hak Yolunun Yolcusu Sitesine Hoşgeldiniz.
Lütfen Üye Değilseniz Üye Olun.
Üye İseniz Giriş Yaparak Devam Ediniz.
Gulseda Hak Yolunun Yolcusu
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


Hoşgeldin; Misafir !
Ölüm Bize Gelecek.Ya Yatakta Ya da Apaçi İle. Ben Apaçi'yi Tercih Ediyorum..
 
AnasayfaAramaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 BİR ÂLİM, BİR MüCAHİT, BİR MüCEDDİD, BİR DAHİ

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
merve-korkmaz




Mesaj Sayısı : 1
Reputation : 0
Kayıt tarihi : 04/10/09

BİR ÂLİM, BİR MüCAHİT, BİR MüCEDDİD, BİR DAHİ Empty
MesajKonu: BİR ÂLİM, BİR MüCAHİT, BİR MüCEDDİD, BİR DAHİ   BİR ÂLİM, BİR MüCAHİT, BİR MüCEDDİD, BİR DAHİ Icon_minitimePaz Ekim 11, 2009 12:45 pm

Tevhit mücadelesi veren ve gerçekten de bu mücadelede başarılı olmak isteyen Muvahhitler, bu mücadelenin 20. yüzyılın temsilci ve rehberleri konumunda olan ve İslam dünyasını hareket ve düşünceleri ile sarsan üç büyük insanı yol gösterici olarak kabul etmeli ve onların hareket ve düşüncelerini en ince noktalarına kadar inceleyip teorik ve pratik olarak yaşamalıdırlar. İşte bu üç büyük rehberlerden birisinin hareketi yüzyıla yakındır genelde Arap dünyasını özelde ise Mısır’ı sarsan İhvan lideri Hasan El Benna’dır. İkincisi ise İran’da devrim yapmış İmam Humeyni’dir. Diğeri ise Türkiye’de dinsizlik hareketine karşı set gibi duran ve dinsizliğe geçit vermeyen bölge halkı’ın özgür mekânlarında yetişen Bediüzzaman Said-i kürdi’dir.

Konumuz olan Bediüzzaman Said-i Kürdi’yi bir makalede anlatmak gerçekten zor olsa gerek. Ancak üniversitelerde Bediüzzaman’ı araştıran, tanıtan ve tezler sunan bölümlerin olması icap eder ki gerçek anlamda anlaşılsın. 20. yüzyılda İslam âleminin yetiştirdiği büyük fikir ve hareket adamı olan Bediüzzaman, Materyalist ve dinsizliğin genelde İslam âlemini özelde Türkiye’yi sardığı bir dönemde İman hakikatleri ile dinsizlik afetinin karşısına çıkarak gerek söz, gerek hareket ve gerekse yazdığı risaleler ile İslam’ın Asr-ı Saadetteki gibi berrak ve şeffaf bir şekilde Kur’an’ın ölümsüz mesajını haykırmıştır. Tabii ki bunun karşılığında da büyük bedeller vererek hayatı çile, sıkıntı ve zindanlarda geçmiştir.

1293 Rumi ve 1876 miladî yılında Bitlis'in Hizan kazasının Nurs Köyünde dünyaya geldi. 23 Mart 1960 tarihinde Urfa'da Rabbine kavuştu. (Kemalist rejim tarafından zehirlenerek şehit edildiği meselesi, ayrı bir tartışma konusu olduğu için bu noktayı geçiyorum). Bediüzzaman 80 kusur sene dolu bir hayat yaşamış, yüzyılımızın yetiştirdiği önde gelen İslâm mütefekkirlerinden bir âlim, bir mücahit, bir müceddid ve bir dahidir.

üç önemli süreç olan Mutlakıyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet süreçlerini gören Bediüzzaman, bu üç dönemdeki farklı hükümetlere karşı siyasi tavrını göstererek muhalif cephede yer almıştır.

Keskin bir zekâ, olağanüstü bir hafıza ve üstün bir kabiliyete sahip olan Bediüzzaman çok küçük yaşlardan itibaren dikkatleri üzerinde toplamıştır. Bediüzzaman, normal şartlarda yıllar süren klasik medrese eğitimini üç ay gibi kısa bir zamanda tamamlamıştır. Hayatı hep ilim öğrenme, öğretme ve mücadele ile geçen Bediüzzaman, gençlik yıllarını çok hareketli bir tahsil hayatı ile değerlendirmiş, ilimdeki üstünlük ve kıvraklığını, devrinin âlimleriyle çeşitli zeminlerde yaptığı münazaralarda fiilen ispatlamıştır. İlimdeki bu olağanüstü üstünlükleriyle ilim çevresine kendisini kabul ettirerek, çağın eşsiz güzelliği anlamında olan Bediüzzaman lâkabı ile anılmaya başlamıştır.

Bediüzzaman, medrese eğitimiyle İslami ilimlerde kazandığı ihtisas ve tecrübeyi yeterli görmeyerek müspet ilim denilen bütün fen ilimlerini araştırarak, kısa bir zamanda Tarih, Coğrafya, Riyaziyat, Jeoloji, Fizik, Kimya, Astronomi, Felsefe gibi ilimlerin esaslarını elde etmiş ve medresede elde ettiği İslam ilimleri ile müspet fen ilimlerini birleştirerek ilimde zirveye çıkmıştır.

Devrinin âlim ve mümtaz insanlardan farklı bir hayat çizgisi takip eden Bediüzzaman her yönüyle kendini İslami ilim ve mücadeleye vakf ederek hiç kimseden hediye almamış, maaş kabul etmemiş, evlenmemiş ve dünyalık hiçbir şeyle alâka etmemiştir. Bunun içindir ki: “Bütün malımı bir elimle kaldırıp götürebilmeliyim” demiştir. Bu halin sebebi sorulunca: “Bir zaman gelecek herkes benim halime gıpta edecektir. Saniyen; mal ve servet bana lezzet vermiyor, dünyaya ancak bir misafirhane nazarıyla bakıyorum.” derdi.

Devrinin gazetelerinden ülkedeki ve dünyadaki gelişmeleri takip eden Bediüzzaman; Tahir Paşa’nın, gazetede çıkan İngiliz Meclis-i Meb’usanında Müstemlekât Nazırının elinde Kur’an-ı Kerim’i göstererek söylediği bir nutuktaki; “Bu Kur'an, İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur’an’ı onların elinden kaldırmalıyız yahut Müslümanları Kur’an’dan soğutmalıyız” haberini göstermesi üzerine, “Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim!” der. Bu haber üzerine Bediüzzan’ın ruhunda kuvvetli bir niyet uyanır ve hayatı boyunca hep bu saikla çalışır.

Doğup büyüdüğü bölge halkı’ın sıkıntı ve problemlerini bizzat yaşayarak gören Said-i Kürdi’de; en zarurî ihtiyacın eğitim olduğu kanaati hâsıl olmuş, bunun için de bölge halkı’a İslam ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversite kurulmasını arzu etmiş ve bu niyetini devrin hükümetine iletmek maksadıyla 1907'de İstanbul’a gelmiştir. İstanbul'daki ikametgâhının kapısına; “Burada her müşkül halledilir, her suale cevap verilir. Fakat sual sorulmaz” şeklinde bir levha asan ve İstanbul’da grup grup yanına gelen âlimlerin sorularına cevap veren Bediüzzaman, genç yaşında kısa bir süre içinde ilim dünyasına kendisini kabul ettirmiştir.

Bu sıralarda Mısır Ezher üniversitesi meşhur şeyhi Bahid Efendi İstanbul’a bir seyahat için gelmişti. bölge halkı’ın özgür, sarp, yalçın kayaları arasından gelerek bölge halkı’ın asli problemi olan eğitim sorununu halletmek için İstanbul’da bulunan Bediüzzaman Said-i Kürdi’yi ilzam edemeyen İstanbul uleması, şeyh Bahid'den bu genç hocanın ilzam edilmesini isterler. şeyh Bahid de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti Ayasofya Camii'nden çıkıp çayhaneye oturulduğunda bunu fırsat telakki eden şeyh Bahid Efendi, yanında ulema hazır bulunduğu halde Bediüzzaman’a şu soruyu sorar:

“Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir?” der.

Buna karşı Bediüzzaman'ın verdiği cevap: “Avrupa, bir İslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doğuracak. Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir, o da onu doğuracak.”

Bu cevaba karşısında şeyh Bahid hayret ve şaşkınlığını gizlemeden; “Bu gençle münazara edilmez, ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve beliğane bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman'a hastır.” demiştir.

bölge halkı’da İslam ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversite açmak ve bu şekilde bölge halkı’ın temel sorunu olan cehalet problemini halletmek için İstanbul’a gelen Bediüzzaman, yapmak istediği bu hizmetlerine karşılık Sultan Abdülhamit tarafından mükâfat olarak deli diye hapse atılmıştır.

31 Mart patlak verdiğinde yatıştırıcı rolüne rağmen yine muhakeme olmaktan kurtulamaz. Bu olaya ismi karışan on beş âlim idam edilir ve Bediüzzaman, onların cesedi mahkeme binasının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pencereden onları gördüğü bir halde muhakeme olunur.

Mahkeme başkanı Hurşit Paşa Bediüzzaman’a sorar: “Sen de şeriat istemişsin?”

Bediüzzaman: “şeriatın bir hakikatine, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilalcilerin isteyişi gibi değil!” diye cevap verir.

O dehşetli mahkemeden idamını beklerken beraat etmiş ve mahkemeye teşekkür etmeyerek, Mahkeme binasından Sultanahmet’e kadar “Zalimler için yaşasın Cehennem! Zalimler için yaşasın Cehennem!” haykırışlarıyla ilerlemiştir.

üstad; bundan sonra İstanbul’da fazla kalmaz ve bölge halkı’a geri döner.

Van'a döndükten sonra, Kürd aşiretlerini dolaşarak sosyal, medenî, ilmî derslerle onları irşada çalışmış ve bu konuda, soru-cevap halinde, “Münâzarat” isimli bir kitap yazmıştır.

Daha sonra Van'dan şam'a giderek Emevi camisinde on bine yakın büyük bir kitleye bir hutbe irad eder.

şam’da fazla kalmadan bölge halkı’da Medreset-üz Zehra adıyla vücuda getirmek istediği üniversitenin açılmasını hızlandırmak için İstanbul'a gelir ve Sultan Reşat’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle, Vilâyât-ı şarkiye namına refakat eder. Kosova’da üniversite açılmak istenmiş ve bunun için de on dokuz bin altın lira tahsis edilmişti. Balkan savaşının çıkmasıyla Kosova istila edilir. Buraya tahsis edilen paranın açmak istediği üniversite için tahsis edilmesi için müracaat eden Bediüzzaman’ın talebi kabul edilir ve bu paranın bölge halkı’daki üniversitenin açılması için tahsis edileceği sözü alır.

Bediüzzaman, büyük bir aşk, şevk ve heyecanla tekrar Van'a hareket eder. Van Gölü kenarındaki Edremit’te bölge halkı’ı cehaletin karanlığından nura çıkaracak genelde insanlığın özelde Müslüman Kürd halkının baş düşmanı cehaletin kökünü kazacak, onun uğrunda tımarhanelere atıldığı ve açılması için ne mücadeleler verdiği o çok arzu ettiği üniversitesinin temelini atar. Fakat ne yazık ki, birinci dünya savaşının çıkmasıyla Bediüzzaman’ın bu eğitim projesi ve teşebbüsü gerçekleşemez olur.

Birinci Dünya Savaşının çıktığı günlerde Van'da bulunan Bediüzzaman, talebeleriyle birlikte Keçe Külahlılar adıyla gönüllü milis alayları teşkil ederek cepheye koşmuştur. Doğu cephesinde büyük yararlıklar gösteren Bediüzzaman o dehşetli savaş günlerinde bazen at sırtında bazen ateş hattında İşaretü’l- İcaz’ı yazmıştır. Rusların korkulu rüyası haline gelen Bediüzzaman’ın talebelerinin birçoğu savaşta şehit olmuş, kendisi de Bitlis müdafaası sırasında yaralanarak Ruslara esir düşmüştür. Bediüzzaman'ı esirler kampına götürürler. Burada şöyle bir hâdise meydana gelir: Bir gün Rus Başkumandanı esirleri teftişe gelir. Teftiş esnasında, herkes kumandan karşısında ayağa kalkıp selam verirken Bediüzzaman kumandana selâm vermez ve yerinden kalkmaz. Kumandan, belki tanımamıştır diyerek tekrar önünden geçtiğinde yine yerinden kalkmaz, kumandan tercüman vasıtasıyla “Beni herhalde tanımadı?” der.

Bediüzzaman: “Tanıyorum, Nikola Nikolaviç’tir.”

Kumandan: “şu halde Rus ordusuna, dolayısıyla Rus Çarına hakaret ediyorlar.”

Bediüzzaman: “Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman âlimiyim. İmanlı bir kimse, Cenabı Hakk’ı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh, ben sana kıyam etmem.” Der.

Bunun üzerine Bediüzzaman divan-ı harbe verilir. Birkaç zabit arkadaşı, hemen özür dileyerek kötü neticenin önlenmesine çalışmasını istirham ederler.

Fakat Bediüzzaman: “Bunların idam kararı, benim ebedî âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir.”deyip izzet ve şecaatle hiç önem vermez.

Sonunda Bediüzzaman’ın idamına karar verilir. Hüküm infaz edileceği vakit, Bediüzzaman, namaz kılmak için müsaade ister. Tam bu sırada namazını eda ederken, Rus kumandanı gelerek, Bediüzzaman'dan özür dileyerek; O hareketinizin, mukaddesatınıza olan bağlılıktan ileri geldiğine kanaat getirdim, rica ederim, beni affediniz, diyerek verilen idam hükmünü geri aldırır.

Bediüzzaman, iki buçuk sene kadar Rusya’da esaret hayatı yaşadıktan sonra nihayet esaretten firar edip Varşova, Viyana ve Sofya yoluyla İstanbul’a dönmüştür.

İstanbul’da devlet ricalinin ve ilim çevrelerinin büyük teveccühüyle karşılanmış; Dârü'l-Hikmet azalığına tayin edilmiştir. Bediüzzaman, İngilizlerin İstanbul’u işgali sırasında neşrettiği Hutuvât-ı Sitte adlı eseri büyük hizmet etmiş ve işgal kuvvetlerinin plânlarını akamete uğratmıştır.

İngilizlere karşı yaptığı mücadelede başka bir beyanatında da şöyle diyor: “Bir zaman İngiliz Devleti, İstanbul Boğazı'nın toplarını tahrip ve İstanbul'u istila ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin başpapazı tarafından, Meşihat-ı İslâmiye'den dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman, Dar-ül Hikmet-il İslâmiye'nin azası idim. Bana dediler: “Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelime ile cevap istiyorlar.” Ben dedim: “Altıyüz kelime ile değil, altı kelime ile değil, hatta bir kelime ile değil, belki bir tükürük ile cevap veriyorum. Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor... Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne! Demiştim.”

İşte Bediüzzaman’ın İşgal kuvvetlerine karşı verdiği amansız mücadele ve kurtuluş hareketini desteklemesi, Ankara Hükümetinin takdirini kazanmış ve Bediüzzaman bizzat Mustafa Kemal tarafından ısrarla Ankara'ya davet edilmiştir.

Mustafa Kemal’in daveti üzerine Ankara’ya giden Bediüzzaman, Meclis’te kendisi için resmi bir hoşamedi merasimi düzenlenir. Bediüzzaman’a büyük ilgi ve teveccüh gösterilmesine rağmen Bediüzzaman ümit ve hayal ettiği meclisi bulamaz. Ankara’da kaldığı süre içerisinde Millet Meclisinin kadrosunun İslam’a bakış tarzının menfi olduğunu, ibadet ve namaza lakaytlık ve İslam’ın ilkelerine karşı bir soğukluk görünce on maddelik bir beyanname hazırlayarak milletvekillerine dağıtarak milletvekillerini, İslam’ın şiarlarına karşı daha duyarlı olmaya ve sahip çıkmaya davet etmiştir.

Bediüzzaman’ın on maddelik beyannamesi, mebuslar arasında büyük tartışma ve sürtüşmelere sebep olur. Bir gün kalabalık bir mebus grubu içinde Mustafa Kemal, Bediüzzaman’a dönerek; “Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır. Sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz, der. Bu söz üzerine Bediüzzaman, birkaç makul cevabı verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki parmağını ileri uzatarak: “Paşa! Paşa! İslâmiyet'te, imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur.” der.

Bediüzzaman’ı kendisine çekmek ve nüfuzundan yararlanmak isteyen Mustafa Kemal, Bediüzzaman'a milletvekilliği, Darülhikmet’teki eski vazifesini, bölge halkı’ın genel vaizliği ve bir köşk tahsisi gibi teklifler yapar. Ama Bediüzzaman, Mustafa Kemal’in bu hodfuruşluk tekliflerini kabul etmeyerek Van’a dönmüştür.

Van’a döndüğünde sosyal hayattan el etek çeken Bediüzzaman, Erek dağında inzivaya çekilir. Van’da mağarada yaşamakta iken şeyh Sait kıyamı başlar. şeyh Sait kıyamı ile doğrudan bir alakası olmadığı halde, olay sonrasında Bediüzzaman, ikamet ettiği uzlethanesinden alınarak Burdur’a, oradan da Isparta’nın Barla nahiyesine sürgün edilmiştir. Barla’da Bediüzzaman, Risale-i Nur eserlerini telife başlıyor ve bu eserler elle yazılarak çoğaltılıyor, dağıtılıyor ve okunuyordu. Risale-i Nur'un gün geçtikçe inkişaf ettiğini, nur talebelerinin çoğaldığını, Müslümanların kuvvet kazanmaya başladığını anlayan İslam düşmanı Kemalist rejim, Bediüzzaman’ı 1935'te Eskişehir, 1943'de Afyon, 1952'de de İstanbul mahkemelerine sevk etmiştir. Tüm bu mahkemelerden netice almayan Kemalistler, Bediüzzaman’ı rahat bırakmamış, Kastamonu, Emirdağ ve Isparta’da gözetim ve takip altında çileli bir hayat yaşamaya mecbur bırakmıştır.

ömrünün son günlerine kadar rejimin keyfi muamele ve eziyetlerinden kurtulamayan Bediüzzaman Said-i Kürdi, tüm zorluk ve engellemelere rağmen imana hizmet mücadelesini kararlılıkla sürdürmüş, telif ettiği 6000 küsur sayfalık Risale-i Nur Külliyatını tamamlamaya ve yaymaya muvaffak olmuştur. Kur’an’ı bu asrın idrakine uygun ve ikna edici bir üslupla izah ve ispat eden Risale-i Nur Külliyatını vücuda getirmekle, kendi deyimi ile “Küfrün bel kemiğini kırmış, bir daha belini kaldırıp doğrulamaz!” hale getirmiştir.

Bütün ömrü boyunca hep müspet hareket eden Bediüzzaman, çok çileli ve cefalı bir hayat yaşamıştır. 28 yıl esaret ve zindan hayatı yaşamış ve defaatla rejim uşakları tarafından zehirlenmiştir.

Bediüzzaman ve şanlı mücadelesi hakkında söylenecek çok söz vardır. Ama Bediüzzaman ve mücadelesinin tüm boyutlarını böyle sınırlı bir makalede dile getirmek gerçekten de çok zordur ve bu makalenin boyutunu aşıyor. Yalnız bahsimiz Bediüzzaman olduğundan 17 Ocak 2000 tarihinde Kemalist rejim güçleri ile girdiği bir çatışmada şehit olan Hizbullah Hareketinin Rehberi islami direniş lideri’ndan biraz bahsetmeden geçmek eksiklik olur.

şehit Rehber islami direniş lideri Ankara üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesini kazanır. Kaydını yaptıktan sonra üniversiteye devam eder. Ama İslam dışı çok farklı ideoloji, fikir ve düşüncelerle karşılaşır ve bir anda kendisini siyasi ve ideolojik tartışmalar ortamında bulur. 1970’li yıllarda Türkiye’de sol zirvesini yaşıyordu. üniversiteler adeta sol örgütlerin hâkimiyetindeydi. özellikle Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi solun kalesi durumundaydı. Marksist ve materyalist ideolojisinin öğretildiği ve aynı zamanda solcu önderlerin çıktığı bir üniversite idi. O dönemde İslami kesim azdı, organizeli ve örgütlü bir hareketleri de yoktu. Rehber Hüseyin bu fikri, siyasi ve ideolojik tartışmalar ortamında kendini yeterli görmez. Akidevi, siyasi ve ideolojik olarak kedisini yetiştirmeye karar verir. Tabii bu arada üstad Bediüzzaman’ın çileli hayatının meyvesi olan Risale-i Nur’la tanışır. Derdinin ilacını bulan şehit Rehber Hüseyin, üniversiteye ara verir. Risale-i Nur Külliyatını çantasına koyarak memleketi olan Gercüş’teki köyüne gider. Bir yıl boyunca Risale-i Nur Külliyatıyla meşgul olur, gece gündüz defalarca okuyarak Risale’nin ruhunu anlar ve özümser.

Bir yıl sonunda akidevi, siyasi ve ideolojik olarak kendini yeterli gören şehit Rehber, okuluna devam eder. üniversitelerdeki bu siyasi ve ideolojik tartışmalarda ikna edici üslup kabiliyeti ile davasını en güzel bir şekilde temsil eder. Kemalist rejim güçleri tarafından şehit edilinceye kadar da Risale’yi yanından ayırmayan şehit Rehber Hüseyin, Hizbullah Hareketinin akidesini Risale-i Nur akidesi üzerine oturtmuştur.

Hizbullah önderliğinin mümtaz büyüklerinden bir Ağabey, bu konuyu şu şekilde dile getirmiştir:

“Hiç tartışmasız şehit Rehber’in akidesi, akidevi mektebi Risale-i Nur’dur. Ve şehit Rehber sayesinde Cemaat de bundan nasibini almıştır. Elhamdülillah şu anda buna daha da fazla yönelim vardır. Cemaatin kültürel temellerinde, itikadi temellerinde Risale-i Nur vardır. özellikle şehit Rehber’in mektebi Risale-i Nur’dur. Risale’yi çok iyi anlıyordu, Risale’ye vakıftı, çok iyi okumuştu ve faydasını da görmüştü. O Siyasal Bilgiler Fakültesine girdiği ilk senede bütün beşeri ideolojilerle karşılaşmıştı ve akidesini Risale-i Nur üzerine kurmuştu.”

“Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı.” Diyen Bediüzzaman’ın mirasçısı; kendisi Kürt olduğundan dolayı onunla görüşmeyen, İslam için bir fiske bile yemeyen, Müslümanların dışında herkesle dost olan, Müslümanlar söz konusu olunca onlar aleyhinde her türlü komplo, karalama ve ihaneti yapanlar mı yoksa üstad Bediüzzaman gibi her türlü çileli hayata razı olan, yüzlerce mensubu zindandan geçmiş ve hala da yüzlercesi zindanı mekân edinen, muhacereti yaşamış ve yaşamakta olan, büyük dava uğruna büyük bedeller ödeyen ve ödemeye hazır olanlar mı?

Selam ve muhabbetle
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
BİR ÂLİM, BİR MüCAHİT, BİR MüCEDDİD, BİR DAHİ
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Gulseda Hak Yolunun Yolcusu :: İslami Konular :: İslam Alimleri ve öncüleri-
Buraya geçin: